Modern dünyada müslüman kalmak..
MODERN DÜNYADA MÜSLÜMAN KALMAK...
Din;
piyasanın, üretim araç ve ilişkilerine, toplumsal olaylara, kültür, sanat gibi
yaşadığımız zamanı tarif etmeyi sağlayacak kavramlara yön veremediğinde,
yaşanan zamanın gerisine düşer. Böyle durumlarda din iki tür dil geliştirir. İlki;
yasak ve günah üreten, savunmacı, ürettiği hurafelerle uyuşturucu etkisi
güçlenmiş, “ötekileştirişi” bir dildir. Bu dil, çağa alternatif olmak yerine
ona sırtını döner. Zamanda onurlu bir şekilde var olma yerine, geçmişin
kahramanlık hikâyeleriyle kendine nostaljik ve epik bir dünya kurar,
problemlerin çözümünü ise, “beklenen mehdiye” bırakır. Ahiretin tarlası olan
dünya aşağılanırken, yaşanan zaman dilimine uygun dil geliştiremediği için,
dünya ile ahireti birbirinin karşıtı olarak görür ve tüm güzellikleri öbür
dünyaya bırakır. İkinci durumda ise, çözüm üretemediği dünyada üretilen
çözümlere angaje olarak kimliksizleşir. Böylece, dünya ile ilişkisi olmayan,
belirli zaman ve mekânlarda devreye girerek ruhu rahatlatan, dünyanın
koşuşturmalarında insana mistik heyecanlar veren bir terapiye dönüşür. Birinci
gruptakiler, çağı kendi düşünce biçiminden üretemediği için oluşturduğu
masalımsı bir zamanda çürümeye mahkûm olurlarken, ikinci gruptakiler
melezleşerek kimliklerini kaybeder, dünyevileşir. Fakat ikisinin de ortak
noktası isteyerek ya da istemeyerek de olsa sekülerleşmenin değirmenine su
taşımış olmalarıdır.
Ortaçağ Kilisesi, yaşanan hayatla bağ
kuramamanın bedelini, Reform ve Rönesans sürecinin sonunda yaşanan
sekülerleşmeye boyun eğerek ödedi. İslam dünyası ise yaşanan süreçte nasıl bir
pozisyon tutacağı konusunda hala karasız. Bir kısmı “Batının kültürünü almadan
teknolojisini alalım” diyerek taklitçiliğe kılıf ararken, diğer kısmı; kafasını
kuma sokarak, İslam dünyasının içindeki durumu görmemezlikten gelmeyi tercih ediyor.
İki duruşta çözümsüzlük batağında çırpınıp durmakta. Kültürünü almadan transfer
ettiği teknolojiyi “yeşile boyayarak” oluşacak problemleri pansuman tedavilerle
çözme kolaycılığı da, çağa sırtını dönerek problemleri görmemeyi tercih etme
aymazlığı da tehlikenin potansiyelini katlanarak artmasına katkı sağlamakta. P.
Heanni, dediği gibi; “Müslümanların her şeyin İslami sürümünü ortaya koyma
hırsları, İslam’ı
eklektik, zayıf temelli bir duruşa sürüklemekte.”
Biz bu yazıda Müslümanların modernleşme karşısındaki savrulmasını ve
sebeplerini sorgulamaya çalışacağız. Öncelikle şunun altını çizerek işe
başlayalım. Kendi kültürüne Batının ürettiği pozitivist
bilgi perspektifiyle bakan, değer yargılarını ve kavramlarını bu perspektifle
oluşturan düşünce biçimi, kendisi değil, öteki olmaya mahkûmdur. Kuramlarını; rasyonalizm, sekülerizm,
rekabet, bireycilik, hümanizm gibi kendi değerleri üzerinden üreten
modernizemin bunlardan soyutlanarak transferi mümkün değildir. Dolayısıyla
Müslümanlar; düşünme biçimlerini, hayat tarzlarını, dünya görüşlerini, kendi
değer sistemleri üzerine kurmadıkça, modern dünyanın değer yargılarıyla
hayatlarını belirlemeye devam ettikçe, zamana, mekâna ve hayata ilişkin
nitelikli bir alternatif üretemeyecek ve taklitçi olmaya devam edecektir.
İslam dünya görüşü dünya ile kurduğu bağın
temelini “emanet” kavramı belirler. Yani Müslüman yeryüzünü cenneti kazanma mekânı
olarak görür. Ona ve içindekilere emanet gözüyle baktığı için tahrif etmez,
sömürmez, tüketmez, eziyet etmez…Dolayısıyla Müslümanın hayat felsefesinde
Yaşamak için öldürmek yoktur. Bilakis hak ve adaletin tesisi adına gerektiğinde
ölmek vardır. Oysa kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith: “İnsan
fıtraten bencil ve açgözlüdür. Bu her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi
görülse de toplumsal fayda açısından yararlıdır. Bencil çıkarlar peşinde
açgözlüce koşan insan, piyasayı canlandırır ve bu sayede bolluk olur ”der.
Kapitalizmin insana yüklediği değer budur. İnsanı; piyasaya kurban eden,
hırsını tahrik ederek rekabet ortamına sokan, birbirini ezdiren, bir bakış
açısıdır bu. Modernizmin ürettiği bu vahşi, acımasız kapitalist sistem,
Postmodernizmle; din, dil, renk, ırk, kültür ve diğer sosyal unsurların ne
olduğuna bakmaksızın tüm güçlerin hepsinin sisteme/pazara girişini sağlayarak
yeniden güncellenmiştir. Piyasaya giren, piyasada iş yapan, sisteme dâhil olan,
onun sağlıklı işlemesine katkı sağlayan bireyin din anlayışı, kılık kıyafeti, saçı,
sakalı ve ideolojisi onun için önemli değildir.
Tanzimat’la
başlayan Müslümanların batılılaşma tutkusu, modernizmin dine olan ön yargısı
yüzünden dindar kimlikleri sistemin dışına iterek ötekileştirdi. Fakat değişen
kapitalist ideoloji, 21.yy’dan itibaren İslamcılara da, siyasi ve ekonomik
çarkın içinde yer vererek sisteme entegre etmeye başladı. Klasik
modernleşme döneminin katı, ideolojik tutumundan dolayı “üretilen düşman”, dindar
görüntülerini koruyarak kamuya ve ekonomik piyasaya dâhil edilmeleri Müslümanlarda
“zafer ” etkisi yarattı. Oysa ortada bir kazanım yoktu, yaşananlar sadece Batının
daralan ekonomisine nefes aldırma adına yaptığı bir açılımdı. Yılların
itilmişliği ile kabuğuna çekilen, adam yerine konulmayan Müslümanlar, yaşadıklarının
aslında bir rüya olduğunu bildiği halde uyanmak istememesi, sistemi dönüştürme
ve meşrulaştırma çabasına itti. Böylece, İslam kültür ve ahlakına taban
tabana zıt olan modernist/kapitalist kültür, Müslümanların eliyle
İslamileştirilmeye başlandı. Misyonerlik artık rahipler eliyle değil,
entelektüellerin, teknolojik ürünlerin, medya hocalarının ve sermayedarların
aracılığıyla iş yapmaya başladı.
Müslümanlar modern dünyaya eklenemediği dönemlerin kazasını yaparken zihni hep
ikili çalıştı. “Hem ağlarım hem giderim” psikolojisiyle modernizme
eklemlenen Müslümanlar, bir yanıyla sistemin “hamisi” bir yanıyla “muhalifi” oldu. Varlıkla
ilişkilerini kendi temelleri üzerine kuramamanın verdiği vicdani rahatsızlıkla;
“maslahaten” ya da “ehveni şer” diyerek verdiği “kerhen” destekler, zaman
içerisinde içselleşerek bağlılığa ve alışkanlığa dönüştü. Modern zamanlarla,
geçmiş arasın sıkışan İslamcılar, modernizmin getirdiği tehlikeleri ve ahlaki
yozlaşmaları iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, geçmişin travmaları ve
kazanım sandıklarını kaybetme korkusu bu ikircikli durumu kronik hale getirdi.
Kapitalizmin
ürettiği felsefe ile İslam’ı aynı potada eritme onu yok etme girişimidir.
Tüketim, kapitalist hayat tarzının damarlarında dolaşan kandır. Onunla hayat
bulur, ayakta kalır. O, karını artırmak için yeryüzünü sömürmekten, diğerini aç
bırakmaktan çekinmez. Rekabette kaybetmemek için insanı ağır ve insani olmayan
şartlarda çalıştırmakta, onun emeğini sömürmekte bir sakınca görmez. Tüketimi
arttırmak için, duygu, düşünce, cinsellik, örf adet gelenek adına ne varsa
kendine paspas eder. Kısacası onun kutsalı sadece paradır ve bunun için her yol
mubahtır. Modern dünyaya eklemlenmek isteyen Müslümanlar, sürece kapitalist
ilişki biçimlerini İslamileştirerek “kabul edilebilirlik” kazandırmaya
çalışması sadece tahrifattır. Eğer İslam bir takım çıkarlar adına bu sisteme
entegre edilmeye çalışılırsa insanlığın sığınacağı son limanda ortadan
kaldırılmış olur.
Merkezinde sadece tüketimin olduğu
bir hayat tarzını insanlığa dayatan modernizm, dini uzanamadığı alanlara dolgu
malzemesi olarak kullanmakta. Bu tezgâhı göremeyen/görmek istemeyen Müslümanlar
ise, Batıda çıkan her şeyin aslında İslam’da muadilinin olduğu, şekli düzeydeki
benzerlikleri “İslamileşmesitirme” için
fırsat sayması, Müslümanları, pragmatizme ve kimliksizliğe itecektir. Oysa
her kavramı bağlı bulunduğu paradigma üretir ve şekillendirir. Siz ne kadar
harmanlasanız da o sizi yönlendirir, yeni forumlara sokar. Bu bakış açısı
temelden sorgulanmadığı müddetçe, modernizme “abdest aldırmak” onu İslami yapmaz,
sadece “sakallı ve başörtülü kapitalistler” üretir. Müslüman hayatı ahiretin
tarlası olarak görür. Dünyaya vahyin inşa ettiği akılın penceresinden bakar.
Aklı oluşturan zihin, doğuştan getirilen bir yetenek değil, yaşanan hayatın,
edindiği tecrübelerin şekillendirdiği bilincinle inşa olur. Bu sebeple Müslüman
aklın inşasını hayatın getirdiklerine değil, vahyin öğrettiklerine göre dizayn
eder ki; “değişmeyen tek şey değişimdir” diyenlerin tuzağına düşmeden;
“değişebilir” olanın değişebilir yasalarını “değişmeyen” koyar,
diyebilsin. Ahlak, adalet, zulüm kavramları zamana göre değişmeyen
evrensel yasalardır. Müslüman’ın dünya ile kuracağı ilişki modernizmin kuracağı
ilişkiden bambaşkadır. Modernizmin zihin dünyasında mazlumun yanında olmak,
ahlaklı olmak, tabiatı emanet olarak görmek, biriktirmek, yığmak gibi
kavramlara yer yoktur. Ama Müslüman; gücünü zayıfı ezerek elde etmez, o gücünü
mazlumun yanında, zalimin karşısında olmaktan alır. Müslümanlar kendi bakış
açısını oluşturamadıkça “muhafazakârlaşarak” modernizme payanda olur.
Müslüman kimliğiyle birlikte
“sistemin nimetlerinden nasıl daha çok faydalanırım” zihniyeti yeni güzergâhlar
kurarken, Müslümanların mevcut hayat şartlarını İslami prensiplere göre
değil de, modernizmin sunduğu “tüketim kalıplarını” kullanarak, yaşananları
“İslamiymiş” gibi sunması, “yeni Müslüman tiplerini” ortaya çıkaracaktır. Yeni
versiyon aydınların, din adamlarının ve kanaat önderlerinin; ürettikleri
fikirlerin temelinde İslami kaygı yerine, süreçten nasıl daha fazla
faydalanılır kaygısı ön plana çıkacaktır.
Müslümanların başörtülü, sakallı olarak üniversitelere girebilmeleri, devlet
dairelerinde kılık kıyafetleri sorgulanmadan çalışabilmeleri, piyasa
görünürlüklerinin artması heyecan verici bir gelişme olarak yansımış olabilir
ama yaşanan ahlaki yozlaşma bunların hepsini anlamsız kılar. Akıl, yaşanan
ortamın içinde inşa olacağı gerçeği göz önünde tutulursa, modernizmin eğitim
anlayışından geçmiş bir mühendisin bilgisini kapitalizmin emrine sunmaktan
başka bir çaresi var mıdır? Dolayısıyla kendi kültürüne uygun bir şehir
planlaması tasavvuru dahi olmayan bir kültürün geleceği beton kalıplarının
arasına sıkışıp kalacaktır. Gökdelenler yükselirken insanlığın taban
yapacağı bir hayat tarzının gelişmişlik olarak sunulduğu bir dünyada İslam’ın
alternatifliği ise moloz yığınlarının arasında kaybolup gidecektir.
Müslümanların
iç dünyası fakirleştikçe yoksulluğunu dış dindarlığını arttırarak tatmin edecek
ve dini yaşantıyı “gösteriş dindarlığına” dönüştürecektir. Ritüeller
çoğalacak ama insana kazandıracağı değerler azalacak hatta kaybolacaktır. Artan
kandil geceleri kutlamaları, sokaklara taşan ramazan eğlenceleri, tatil
programı haline dönüşen umre programları ve bunun üzerine eklenen yeni trend
Kudüs ziyaretleri, belediyelerin sponsorluğunda şehirler arası yatır, türbe
ziyaretler….Bütün bunlar Kapitalizm - İslam ortak yapımı “yeni dindarlık”
filmleri olarak vizyona sürülerken, gişe rekorları alt üst olacaktır..
Sonuç
olarak, Müslümanların, İslami ile modernlik arasındaki problemleri
giderici, İslami ile modernizm arasındaki çelişkileri Müslümanları da üzmeyecek
şekilde (ama mutlaka) modernizmin lehine çözüm bulucu bir rol üstlendiği,
tüketim kültürünün bir hayat tarzı haline geldiği bir ortamda “alternatif bir
dünya görüşü” sunmak yerine sistemin tıkanan yerlerini açmaya çalışmaktan
kurtulmalı. Sermayenin yeşilinin, kırmızısının piyasanın emrine amade
edildiği bir dünyada, Müslümanlar hayat tarzını kendi kaynaklarıyla inşa
etmeli, aydınlarını kendi kaynakları ve yöntemleriyle yetiştirmeli ki,
kompleksli bir ruh haletinden sıyrılarak mazlumlara ümit olabilsin. Zulüm
ve adaletsizliğin kararttığı vicdanların aydınlığı, Allah’ın emrettiği hesabı
verilebilir bir hayat tarzı ile mümkündür. Kur’an, bu hayat programını sunarak,
insanın aklını, yüreğini ve dünyaya bakışını yeniden inşa eder. Müslüman’ı özne
yapan vahiydir. Vahiy hayatın öznesi olmadığı müddetçe, Müslüman hayatın önüne
değil, arkasına düşecektir. VELİ KURT
Yorumlar
Yorum Gönder